Âşık Katibî’nin Hayatı
Âşık Kâtibi, 1863 yılında Tokat’a bağlı Zile’nin Çakırçalı Köyünde doğdu. Kâtibi’nin asıl adı Ali’dir. Baba İsmail Malatya’nın Akçadağ İlçesine bağlı Kavak köyünde ikamet etmekte iken, göç ettirilmek zorunda bırakılmıştır. Baba her şeye rağmen, olanca mülkünü Kavak köyünde bırakarak iki çocuğu ve eşi ile birlikte Zile’nin Çakırçalı Köyüne gelip yerleşir. İsmail’i çocukları ile birlikte göç etmeye zorlayan neden, günümüzde de olduğu gibi o dönemlerde Sünni Osmanlı hükümetinin ve çevre köylerde ki Sünnilerin Alevi toplumu üzerindeki baskısı ve zulmüdür. İsmail’in babası o çevrede yaşayan Sünni köylüler tarafından öldürülmüştür.
Geçmişte olduğu gibi bu günde Alevi toplumu şu ana kadar gelmiş geçmiş Sünni iktidarlar döneminde ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş durumuna düşürülmüş, toplumsal hakları bir sonraki döneme bırakılarak hep ötelenip, itelenmişlerdir. Nasıl ki bugün Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazide ülkenin çeşitli bölgelerinde katliamlara uğratılmışlarsa, o dönemlerde de yine toplu katliamlara uğramış, bölgeden bölgeye sürülmüş, sürekli çevresinde ki iktidar destekli Sünni köylülerin ve Osmanlının zulmüne maruz bırakılmışlardır.
İsmail ve ailesi gibi niceleri çeşitli bölgelerden ve ülkenin birçok yerlerinden oradan oraya göç ettirilmek zorunda bırakılmışlardır. Alevilerin göç ettikleri yerlerin, konakladıkları yerlerden daha güzel ve ulaşımının daha kolay olduğunu belirtmeye sanırım gerek bile yoktur. Çünkü nerede bir Alevi köyü varsa ya dağın tepenin arkasında, ya da çukurda hiç kimsenin göremeyeceği kuytu bir yerdedir. Bunun en başta gelen nedenleri ise yukarıda da değinmeğe çalıştığım gibi Osmanlının ve bazı Emevi zihniyetli Sünnilerin Alevi toplumu üzerindeki baskılarından ve zulmünden uzaklaşmak için bu gibi yerleri tercih etmeleridir.
Adından da anlaşılacağı gibi Çakırçalı Köyü tepenin üzerine kurulmuş taşı kayası oldukça fazla olan bir köydür. Güzelbeyli kasabasından bakıldığında (eski adı Silis) iki tepe arasına sıkışmış küçük bir köy. Köyün önceki hali ormanlık içerisinde, kerpiç yapılı derme çatma toprak damlı evlerden oluşmakta idi. Şu an köyde yaşamakta olanların oturdukları evlere bakıldığında ise, aşağı yukarı bütün evlerin iki katlı betondan yapılmış, çatıları kiremitli, daha derli toplu olduğu gözükmektedir.
Baba İsmail’in maddi durumu Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Kavak köyünde ikamet ettiği dönemlerde de oldukça iyidir. Çakırçalı Köyüne gelirken de çok miktarda altın ve akçe ile geldiği, köyün büyükleri tarafından anlatılmaktadır. Köye çocukları ile birlikte yerleşmek için geldiğinde köyde kendilerinden önce oturmakta olan ailelerin olduğu bilinmektedir. İsmail’in malı ve davarından başka hiçbir gelir kaynağı yoktur. Zamanla yanında getirdiği altın ve akçasıyla köyün arazisinin yarısına yakınını satın alır. Malatya’da olduğu gibi artık burada da durumu çok iyidir. Çevresindeki köylerin hepside Alevi köyleridir. Bundan böyle İsmail hem kendi köyünde, hem de çevresinde ki köylüler arasında sözü geçen ve sevilen birisi durumundadır.
Ali bu köydeki kerpiç yapılı toprak damlı bir evde doğar. Sekiz on yaşlarına kadar annesi ve babası ile birlikte bu köyde yaşar. Ali yaklaşık olarak on yaşlarına geldiğinde, baba İsmail onu okuması için Zile ilçesinde bir aile dostunun yanına gönderir. Ali bu aile dostlarının yanında Ulu Medrese’de on dört yıl medrese eğitimi alır. Osmanlıcayı, Farsçayı ve Arapçayı çok iyi bilmektedir. Ali iyi yetiştirilmiş eğitimli, yirmi beş yaşlarında genç bir delikanlıdır. Baba İsmail’in evinde ise Malatya’dan getirdiği on iki perdeli bir de bağlaması vardır. Evde bağlamanın var olması onu bağlama öğrenme merakına sevk eder. Babasının da onca gayretlerine rağmen her ne hikmetse bağlamayı bir türlü öğrenmekte başarılı olamaz. Ali çok azimli olduğu için öğrenmekten de bir türlü vaz geçmez.
Ali yaklaşık olarak yirmi beş yaşlarına geldiğinde aile dostlarının tavsiyesi üzerine Zile’den bir kızla nişanlanır. Baba İsmail nişan dönemini çok uzatmak istemez. Ali kısa bir süre sonra görkemli bir düğünle evlenir. Bu evlilik neticesinde iki oğlu ve üç de kızları olur. Oğullarının isimleri Murtaza ve Haydar, kızlarının isimleri ise Hatice, Fadik ve Mahbip’dir.
Ali’nin (Kâtibi) oğlu Murtaza, babasının işi ile ilgili bir anısında şöyle anlatır. ‘Bir gün evimize atlı iki kişi geldiler. O zamanı cok iyi hatırlıyorum. Gelen o atlıların ürkek bakışlarından babamda annemde çok korktular. Daha sonraları babam o gelen atlıların devletin adamları olduklarını, kendisini bir konu ile ilgili kaymakamlıktan istediklerini, korkmamamız gerektiğini, akşama geri gelebileceğini söyledi. Buna rağmen bizler babam gelene kadar korkudan tir tir titredik’ diye anlatır. Bu görüşmeler neticesinde Ali hiç istemediği halde bir süre kaymakamlığın isteği üzerine nahiye müdürlüğü yapar. Hangi nahiyenin müdürlüğünü yaptığı konusunda bilgi sahibi olamadığımız için görev yaptığı yeri belirleyemedik. Ali’nin oğlu Murtaza babasının nahiye müdürlüğü ile ilgili bir anısını şöyle anlatır. “Ben ve kardeşim Haydar o yıllar yaklaşık olarak dört beş yaşlarında idik. Köyden ayrıldığımızda annemde biz de sık sık ağlardık. O dönemlerde bu kadar eğitimli insanları görmek mümkün değildi. Bugün anladığım kadarıyla babam bu görevi isteyerek yapmıyordu. Bir bakıma bu görev ona zorla yaptırtılıyordu. Çünkü babamın durumu çok iyi idi. Devletin ona vereceği paraya hiç ihtiyacı yoktu. Çevreden ve köyden ayrı kalmamız hem annemi babamı, hemde bizleri üzüyordu. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama babam hiç birimizin de onaylamadığı bu görevi bıraktı diye anlatır.
Baba İsmail’in Hakka yürümesi neticesinde Ali’nin ailevi sorumlulukları artar. Artık Ali yaklaşık olarak otuz beş kırk yaşlarındadır. Hâlâ bağlama çalmasını yeteri kadar öğrenememiştir. Ali bir gece rüyasında, bir çeşmenin başında bağlama çalmak isterken, karşısına yaşlı, aksakallı, elinde asası, nur yüzlü piri ihtiyar birisi çıkar. Bu yaşlı, nur yüzlü kişi Ali’ye:
- Sen ne yapmaya çalışıyorsun diye sorar.
Ali ise cevap olarak;
-Bağlama öğrenmeye çalışıyorum, ama bir türlü bugüne kadar çalmasını öğrenemedim der.
Bunun üzerine yaşlı ihtiyar elindeki kadehi uzatarak:
-Korkma al bu doluyu iç, bundan böyle hem çalacak hem söyleyeceksin. Böylelikle artık seni hiç kimseler susturamayacak der ve kaybolur.
Gece gördüğü rüya üzerine Ali yatağından korku ile uyanır. Bir süre uyuyamaz. Mevsimlerden kış mevsimidir. Sabah olduğunda, köyde Cem ibadetini yürütmek için gelmiş olan ocak dedesine niyazını yaptıktan sonra bir köşeye oturur. Ali düşüncelidir. Çünkü gece görmüş olduğu o gizemli rüyayı bir türlü Dedeye anlatamaz. Ali’nin o düşünceli halini gören ocak dedesi:
- Neyin var, niçin bu kadar dalgın ve düşüncelisin diye sorar.
Dedenin bu sorusu üzerine Ali, Dede ve yanında bulunan köyün büyüklerine gece rüyasında gördüğü o gizemli rüyayı ve rüyasında yazdığı eserini okur ve rahatlar. Gizemli rüyanın açıklanmasından sonra, Dede ile köyün büyükleri gelecekte kendisinin iyi bir Halk Ozanı olacağı müjdesini verirler.
Bunun üzerine evinde konuk olarak bulunan ocak dedesi, Ali’ye bundan böyle sana bir isim vermemiz gerekir der. Ocak Dedesi ona deyiş ve duazlarında “KÂTİBİ” mahlasını kullanmasını ister. Dede Şah İbrahim Veli ocağına mensup bilge bir kişidir. (Büyük Kurt Veli) Ali yerinden kalkarak duaya durur ve böylece Kâtibi mahlasını da almış olur. Kısa bir süre sonra ise Ali hem saz çalmasını öğrenir, hem de irticalen deyiş ve duazlar söylemeğe başlar.
Birçok halk ozanlarında olduğu gibi Kâtibi’nin de haktan dolu içtiğini görmekteyiz. Bütün deyiş ve duazlarında Kâtibi mahlasını kullanmıştır. Kâtibi’nin rüyasında yazdığı eserin ilk dörtlüğü aşağıda yazılı olan dörtlüktür. İlk yazdığı eserinin aşağıda ki eser olduğunu oğlu Murtaza teyit etmektedir. Bu deyişin tamamını Kâtibi’nin hayat hikâyesinden sonra ki deyiş ve duazlar bölümünde okumak mümkündür.
Kül etti derunum aşkın ateşi
Akibet bu bizi yakar savuşur
Ne bilsin başına gelmeyen kişi
Seyreder kenardan bakar savuşur
Kâtibinin yazmış olduğu eserler dikkate alındığında daha çok edebiyatın ve felsefenin ağırlık kazandığı görülür. Kitabımda kayıt altına almağa çalıştığım eserlerin bazıları, deyiş ve duazlara ilgi duyan insanların ezberinde, bazılarıda çeşitli sanatçıların repertuarında çoktan yerini almış bulunmaktadır. Bu eserlerden bazılarını da kendisinin müziklendirdiğini oğlu ve torununun anlatımlarından öğrenmekteyiz. Kâtibi’nin çok iyi bağlama çaldığı söylenilmektedir. Tokat ve çevresinde Hakka yürüyen onlarca güçlü halk ozanlarının yanısıra, ayrıca etkileyici bir yapısının da olduğu görülmektedir.
Oğlu Murtaza babası Kâtibi’nin hayatı boyunca dört yüzün üzerinde eserinin olduğunu söylemektedir. Ne yazık ki yazmış olduğu bu dört yüzün üzerindeki deyiş ve duazların bulunduğu cönkü Amasya’nın Merzifon ilçesine bağlı bir köyde ikamet etmekte olan *Gurap Ali* lakaplı bir kemancı tarafından geri iade edilmek üzere alındığı, bir daha da geri iade etmediği oğlu Murtaza tarafından anlatılmaktadır.
Ali (Kâtibi) belli bir yaştan sonra, yaşamı boyunca hiçbir rahat yüzü görmemiştir. Bir taraftan devletin baskısı, diğer taraftan ise eşkıyanın baskısı vardır. Osmanlının son döneminde, yoksuluğun ve sefaletin hat safada olduğu yıllarda, karınlarını doyurabilmek için kol gezen eşkıyanın yer yer köyleri basarak yiyecek ve giyecek topladıkları toplum tarafından bilinmektedir. Eşkıya baskınlarını, en çok ta köyde durumları iyi olan ailelerin üzerinde yoğunlaştırdığı anlatılmaktadır. O bölgede yaşayan eşkiyalar Ali’nin (Kâtibi) maddi durumunun iyi olduğun bilindikleri için, yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını en çokta oradan temin ederlermiş. Çakırçalı Köyünde ikamet etmekte olan Mavuşun Mustafa (Mustafa Ertuğrul), İbas (İbrahim Tosun), Silisli Çerkez Bekir gibi bazı isimlerin o bölgelerde uzun süre eşkıyalık yaptıkları anlatılmaktadır. Hatta bunlardan bazılarının devletin jandarması ile çatışmalara dahi girdikleri köyün büyükleri tarafından da sık sık anlatılmaktadır.
Kâtibinin oğlu Murtaza babasının istemeyerekte olsa eşkıyalara yiyecek ve giyecek gibi yardımlar yapmak zorunda kaldığını şöyle anlatıyor:
- Biz o dönemler iki kardeşte buluğ çağlarında idik. Bir grup eşkıya gelir hem karınlarını doyurur, hemde diğer arkadaşlarına ne bulurlarsa alıp götürürlerdi. Giderken de eğer bizleri devlete ihbar ederseniz kendilerinizi yok bilin’ diye de tehditler savururlardı. Bizler korkumuzdan eşkıyayı devlete ihbar etmek şöyle dursun, korkudan sesimizi dahi çıkaramazdık.
O yıllar, eşkıyaların ençok da çevre köyler içerisinde Kâtibi’nin evinde karınlarını doyurduğunu duyan devletin bazı yetkilileri, Kâtibi’nin evine baskınlar düzenler. Kâtibi çaresizlik içerisindedir. Çünkü bir tarafta devletin baskısı, diğer tarafta ise eşkıyanın baskısı vardır. Devlet adına gelen bir grup jandarma Kâtibi’yi devlete karşı eşkıya besliyor, eşkıyaya yataklık yapıyor düşüncesi ile tutuklar. Bu tutuklama neticesinde Kâtibi ve kardeşi idamla yargılanır. Kâtibi’nin tutuklanmasından hemen sonra, Zile ve çevresinde sözü geçen Sünni inanca mensup bazı kişiler Kâtibi adına harakete geçer. Özellikle de Güzelbeyli köyünde ikamet etmekte olan Çerkez kökenli Behri Kâtibi’nin hiçbir karanlık işe karışmasının mümkün olmayacağı yönünde, şahitlik yapar. Behri gibi bazı kişilerin yapmış oldukları şahitlikler üzerine, Kâtibi idamla yargılanmaktan kurtulur.
Birinci tutuklamanın hemen ardından, çok kısa bir süre sonra Kâtibi ikinci kez tutuklanır. Bu defa da Kâtibi Kızılbaşları örgütlüyor, onları devlete karşı kışkırtıyor diye tekrar idamla yargılanır. Hâlbuki Osmanlının son dönemlerinde halk bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düşürülmüştür. Bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düşürülen insanlar hem kendi karınlarını, hem de akşamları eş ve çocuklarına bir lokma ekmek götürebilmek için her türlü rezalete ve eziyete katlanmayı bile göze almışlardır. Kâtibinin durumunun iyi oluşu ister istemez durumu iyi olmayan bazı insanları da yanına çekmiştir. Akşama kadar Kâtibi’nin işinde çalışan birçok insan hem karınlarını doyuruyor, hem de akşam evlerine dönerlerken çocuk ve çocuklarının nafakalarını da beraberinde götürüyorlarmış. Ayrıca tutukluluğu devam eden Kâtibi’nin evi devletin jandarması tarafından da gözetim altına alınır. Kâtibi’nin ikinci kez tutuklaması üzerine o çevrede yaşayan Aleviler Kâtibi’yi daha da sahiplenerek, adeta ona kol kanat gerer. Gizlice Kâtibi’nin evini gözetleyen devletin yetkilileri bunun bir örgütlenme olmadığını, gelenlerin çoğunluğunun ihtiyaçtan geldikleri kanaatine vararak, Kâtibi’nin tutukluğunu kaldırır.
Kâtibi’nin devletle karşı karşıya kalmasına sebep olan en büyük nedenlerden biri, Kâtibi’yi o çevrede çekemeyen Sünni inanca sahip bazı kişilerin asılsız ihbarlarından kaynaklandığı anlatılmaktadır. Kâtibi bağnaz, yüreğinde insan sevgisi olmayan bu gibi insanlardan çok çekmiş ve oldukça da dertlidir.
Yıl 1930, Mevsimlerden İlkbahar. Kâtibi 67 yaşlarında hastalanır. Yakınları onu tedavi ettirmek için kasabaya götürmek isteseler de gitmek istemez. Tedavi için doktora gitmeyişinin nedeni yine görmüş olduğu gizemli bir rüyadan dolayıdır. Oğlu Murtaza, babası Kâtibi’nin rahatsızlandığı günden yaklaşık onbeş gün önceleri, vefatı ile ilgili yazmış olduğu eserinin sadece bir dörtlüğünü okuduğunu, o eserin aşağıda yazılı olanlar içerisinde olmadığını, hangi eser olduğunu da bir türlü hatırlayamadığını anlatır. Hastalığa yakalanması ile Hakka yürümesi yaklaşık bir ay kadar sürer. Nisan veya Mayıs ayları içerisinde Hakkın rahmetine kavuşur. Kâtibi’nin ölümünden yaklaşık bir yıl sonra da torunu doğar. Babası Murtaza ona, dedesi Kâtibi’nin adı olan Ali (Âşık Ali KURT) ismini verir. Adını verirken de kulağına, adın gibi iyi bir ozan ve âşık ol der.
Kâtibi’nin yaşamı ile ilgili hiçbir kaynak bugüne kadar kayıt altına alınmamıştır. Çakırçalı Köyünde yaşamlarını sürdürmekte olan insanların ve bazı dedelerin dışında, bu konu ile ilgili yeterli bilgiye sahibi olan başka da hiç birisine rastlanılmamıştır. Bazı sanatçı ve yazarların bu konu ile ilgili hiç bir bilgiye sahip olmadan, sadece kulaktan dolma bilgilerle Kâtibi’ye ait olan eserlerin, Güzide Ana’ya aitmiş gibi yorumlar yapmasının ne kadar üzücü olduğunu belirtmek isterim. Bu hususta yeterli bilgi ve birikime sahip olmadan yorumlar yapıp, ahkâm kesenlere sormak gerekmezmi: Kâtibi mahlasının Güzide Anaya yamamaya çalışan sizler, Kâtibi’yi ve Güzide Anayı ne kadar tanıyorsunuz? Bu konu ile ilgili yeterli bilgi ve birikime sahipmisiniz. Şayet yeterli bilgiye ve birikime sahip değilseniz, yorum yapma hakkını nereden alıyorsunuz.
Bugüne kadar bütün gelmiş geçmiş ulu ozanların geçmişine bakıldığında, hiçbir ozanın çifte mahlas kullanmadığı görülecektir. Bazıları bu konu ile ilgili Sıtkı ve bir kaç ozanı örnek olarak gösterselerde, Sıdkı ve benzeri ozanların çifte mahlas kullandıkları hususunda kuşkularımın var olduğunu belirtmek isterim. Aslına bakılırsa konunun uzmanları Sıtkı, konusunu iyice araştırsalar kesin bir sonuca ulaşmış olurlar. Nasıl ki şu an Sıtkı konusunda benim kuşkularım mevcutsa, bu konu ile ilgili binlerce insanın da kuşkularını bir şekilde gidermiş olurlar. Anlaşılan ya Sıtkı’nın eserleri Pervaneye, ya da Pervanenin eserlerinin Sıtkı’ya yazıldığı kuşkuları ebedi sürüp gidecektir. Aşağıda isimlerini yazmağa çalıştığım binlerce ulu ozanın geçmişlerine bakıldığında, yukarıda ki açıklamamda bir şekilde netlik kazanmış olacaktır. Bunları örneklemek gerekirse: Nesimi, Verani, Hatayi, Teslim Abdal, Derviş Muhammet, Kulhimmet ve Pirsultan’dan Abdal’dan tutunda yakın tarihimizde yaşamış olan Veysel, Mahsuni, Akarsu, gibi nice onlarca ozanlarımızın böylesi çelişkili bir durumla karşı karşıya kaldıkları görülmemiştir. Bir başka hususa daha dikkat çekmek gerekirse, bundan yüz yıllar önce yaşamış olan Ulu ozanların mahlaslarının, Cumhuriyet döneminde yaşamış olan ozanların kendilerine isteyerek, hatta bilerek aynı mahlasları seçmeleridir. Bu nedenle aynı mahlasları kullanan ozanların eserlerinde de ister istemez bir kargaşa oluşacaktır. Aynı mahlas adı altında yazılı olan binlerce eserlerin de hangi ozana ait olup olmadığı konusunda ki çelişkiler de ilelebet devam edecektir.
Âşık Kâtibi’nin hayatı ile ilgili özgeçmişi ikinci kez kitaplaşmış olacaktır. Kâtibinin hayatı ve eserlerini Kurt Veli Dedenin oğlu, Prf. Dr. Mehmet. Fuat Bozkurt yaklaşık olarak bundan elli yıl önceleri kaleme almıştı. Kâtibi hakkında daha detaylı bilgi edinmek isteyenlerin kitap ile ilgili bilgi kısmındaki telefon numarasını arayarak yeterli bilgiye sahip olabileceklerini belirtmek isterim. Kâtibi konusunda yanlış bilgiye sahip olanlar hem Kâtibi’yi daha yakından tanımış olacaklar, hemde Kâtibi ismi ile yazılmış olan eserlerin gerçek sahibine ait olduğu da gerçeklik kazanmış olacaktır.
Saygılarımla
Haydar Kurt
Geri Dön |